“Kanunlar örümcek ağları gibidir: zayıfları ağa yakalanır, güçlülerse ağı delip geçer.”
Bazı acılar, kelimelerle anlatılması zor olan ve yürekleri dağlayan, taşları yerinden oynatan türdendir. Ancak insan, adaletin soğuk duvarlarını aşamaz. Şenyaşar ailesi, adaletin terazisinde eksik olan kefeye vurulan bir ağırlık gibi kalıyor. Onların yaşadığı dram, yalnızca bir ailenin değil, toplum vicdanının içten içe kanayan bir yarasıdır.
Bir sabahın sessizliğinde başlayan kabus, halkın gözleri önünde yaşandı. 2018 yılının Haziran ayında, Urfa'nın Suruç ilçesinde, kanlı ellerin bıraktığı izler toprağın derinliklerine kazındı. Emine Şenyaşar’ın ailesi, milletvekili adayı olan bir siyasinin yakınlarının saldırısına uğradı. Bu olay, sıradan bir kavganın ötesinde, linç edici bir vahşetin ürpertici izlerini taşıyan karanlık bir olaydı. Hastane odaları, acı ve vahşetin sahnesine dönüştü; silahlar ve şiddet, hayatları sonsuza dek kararttı. Emine Şenyaşar’ın eşi Hacı Esvet Şenyaşar ve iki oğlu hunharca katledildi.
Hastaneler genellikle şifa beklenen yerlerdir. Ancak o gün, Suruç Devlet Hastanesi'nin koridorları, katliamın yankılandığı, insanlığın utançla başını eğdiği bir yer haline geldi. Hastane çalışanlarının gözleri önünde işlenen bu cinayetler, adaletin nasıl yerle bir edildiğinin bir göstergesiydi. Vahşetin merkezine dönüşen bu hastane, adaletsizliğin bir anıtı gibi yükseldi.
Bu katliam, yalnızca fiziksel bir yok ediş değil, toplumsal vicdanın katledilişinin de bir sembolüydü. O gün, adalet bir kez daha sistemin karanlık gölgeleri altında ezildi. Olay sonrasında, iktidar ve yargı suskun kaldı. Saldırganlar, korunaklı bir zırhın ardına saklanmış ve hesap vermekten kaçınmıştı. Şenyaşar ailesinin adalet talebi, karanlık derinliklere gömülmek istenmiş, hukukun gözü kapatılmıştı. Bu sessizlik, haksızlığın ve hukuksuzluğun dik âlâsıydı.
Yıllar geçti ama Emine Şenyaşar’ın adalet arayışı hiç dinmedi. Bir annenin gözyaşlarıyla yoğrulmuş sabrı, adaletin sağır duvarlarına çarpıp durdu. "Adalet Nöbeti", sadece bir annenin acısı değil, bir halkın haksızlıklara karşı verdiği sessiz direnişin sembolü haline geldi. Her gün Urfa Adliyesi önünde oturan Emine Şenyaşar, yargının körlüğüne ve hukukun sessizliğine karşı dimdik durdu. Bir annenin gözlerinde biriken yaşlar, ne mahkemeleri ne de siyasetin soğuk yüzünü yumuşatabildi. İktidar, bu trajedinin ortasında sessiz kaldı. Yargı, adaletin dağıtılacağı kutsal bir mekan olmaktan çıkmış, taraflılığın ve baskının kalesine dönüşmüştü.
Bu, sadece bir aile dramı değil; ülkenin adalet sisteminin yüzleşmesi gereken bir sorundur. Şenyaşar ailesinin dramı, sadece bir olaylar silsilesi değil, ülkenin adalet sistemi üzerine düşünmemiz gereken acı bir tabloyu gözler önüne serdi. Adalet, herkes için midir, yoksa güç sahiplerinin elinde bir oyuncak mı olmuştur? Bu soru, Emine Şenyaşar’ın gözyaşlarında şekillenirken, toplum vicdanında derin bir yara açmıştır. Adalet, bir annenin nöbetine dönüşmüşse, gerçek anlamda sağlanmadığı aşikârdır.
Günler birbirini kovaladı, Emine Şenyaşar’ın adalet nöbeti bir sembol haline geldi. Sadece kendi ailesi için değil, bu ülkenin tüm mazlumları için adalet istiyordu. Anlamlı bir isyanın simgesi olan bu nöbet, adaletin sağlanması için bir çığlıktı. Fakat bu çığlık, karanlıkta yankılandı. Mahkemeler sustu, siyasetçiler gözlerini başka yöne çevirdi. Adalet, suskunlukta kayboldu.
Şenyaşar ailesinin dramı, zamanla unutulmaya yüz tutacak bir hikâye olmamalıdır. Çünkü adaletin sesi sustuğunda, vicdanların da köreleceğini unutmamalıyız. Bu sessizlik, bir adalet çığlığının romanıdır ve ne kadar bastırılmaya çalışılsa da destanlaşmaya devam edecektir.